Kendimizi kimi zaman karanlıkta kalmış, sesimizi duyuramıyor gibi hissederiz. Hiçbir şey için isteğimiz olmaz. Yapmaktan oldukça keyif duyduğumuz şeyleri bile yapamaz, onlardan keyif alamaz hâle geliriz. Elbette bu bir şımarıklık veyahut sahip olduğumuz özellikler değildir. Yaşantımız boyunca bazen geçmişten bazen de şu andan taşıdığımız ve hissettiğimiz yükler bizi bu karanlık ve boşluk hissine itebilir. Peki bu zayıflık mıdır? Kendimizi bunun için suçlamalı mıyız? Elbette hayır. Bu ne zayıflık ne de bir suçtur. Biz insanlar doğrular kadar yanlışlara, rahatlık ve huzur kadar acılara ihtiyaç duyarız. Yoksa nasıl bilinir doğrunun doğruluğu... 

Sarının sarı, beyazın beyaz olduğunu bilmeden nasıl ayırabiliriz ikisini?  

Elbette ruhumuzun, kalbimizin kaldıramayacağı kadar derin acılar da yaşayabiliriz. İşte o zaman içimizdeki o güçlü insanın sesini dinlemeliyiz. Suçlayıcı ebeveyn seslerimize değil, o sağlıklı olan yetişkin sesimize kulak vermeliyiz. 

Önce karanlığı ve onun hissettirdiği soğukluğu yaşamalı, yasımızı tutmalıyız. Çünkü üstü örtülen, derinlere itilen her acı, her olumsuz yaşantı elbet bir gün karşımıza çıkacak ve ilk boşluğumuzda bizi düşürmek için bekliyor olacaktır. 

Her ne kadar karanlık olursa olsun başımızı bir kez yukarı kaldırıp ışıldayan yıldız gibi dostlarımıza, gönül yoldaşımıza bakmalıyız. Çünkü her şeye rağmen onlar daima oradadır. Ağlayınca başımızı yaslayacağımız bir omuz gibi... 

Unutmayalım ki her gecenin bir sabahı vardır. Kim görmüş ki güneşin doğup söküp atamadığı bir karanlığı?

Allah’ın rahmetinin; dünya semamıza -hayatımıza- güneş misali tecelli ve tesir etmesi dileğimle...